Cezaevinde Mevsimlerden Sonbahar Nasıl Geçer? (1)
Soru biraz garip gelebilir ama yaşayanlar için bu zamanın çok önemi vardır. Yaz aylarında günler uzun olduğu için havalandırmada uzun süre kalırsınız. Güneşin batmasıyla birlikte bahçe kapıları kapandığı için zamanınızın büyük bölümünü avluda geçirirsiniz. Tepenizde bulunan tel örgülerden de olsa aradan gökyüzünü berrak görür ve güneşi seyredersiniz.
Sabah, öğle ve akşam yemeklerini avluda yersiniz. Tabi bazı koğuşlarda iki öğün de yenir; öğlen yemeğini alıp, akşam yemeğiyle cem edip, akşama daha dolu ve fazla çeşitli yemek yemeyi de tercih edebilirsiniz.
Cezaevinde güzel anlar da olur mu! gibi itirazlar da akla gelebilir. Ancak bir çok insanın bu anları sevdiğini, bu ortamdan mutlu olduklarını da görürsünüz. Açıkçası ben de sıcak ve güneşli havalarda mutlu olur, yaptıklarımı daha bir zevkle yapar, kitaplardan daha fazla haz alırdım.
Ama güneşin batarken havalandırma duvarındaki çizdiği yoldan yavaş yavaş bazı duygulara sahip olmaya başlarsınız; tıpkı saçlara düşen akların çoğalmasını görme gibi, tıpkı ağaçların sararan yaprakların düşmeye başlamasıyla ölümü de hatırlama gibi bir duygudur bu.
Güneşin artık avlu tabanına dokunmadan, yalnız duvardan kavis çizerek yol almaya başladığını görünce artık mevsimin sonbahara doğru kaydığını anlarsınız. Artık insanlar üzerine bir hüzün çökmeye başlamıştır. Aylardan Eylülün ve Sonrasında Ekimin en sonunda ise Kasımın o hüzünlü yanlarını doyasıya yaşarsınız. Kasımla birlikte ağaçların yapraklarını tamamen dökmeleri gibi güneşin de artık uzanamayacağınız bir seviyeden geçip, sonra da avluyu tamamen terk ettiğine şahit olursunuz. Bu anlar ise artık insanlara dayanılması zor acı vermeye başlar. İlkbaharla birlikte güneşin sıcaklığını nasıl avluda hissediyorsanız, Kasımla birlikte artık o soğukluğu iliklerinize kadar yaşarsınız, tabi güneşi hiç görmeden. Bu dönemde aynı zamanda hem insanın hem de dünyanın da bir ömrü olduğunu iyice hisseder ve kendinizce teselli bulursunuz. Kadere iyice yaslanır, önünüzdeki zamanın nasıl geleceğini tahmin etmeye çalışırsınız.
Bahçe kapılarının kapanma zamanı, güneşin batışına ayarlandığı için artık dışarda kalma zamanız da daralmıştır. Neredeyse saat 16:00 ile birlikte içeri girmek durumunda kalırsınız. İşte o zaman gecelerin uzunluğunun ne olduğunu iyice hissedersiniz. Bu arada bazı kişileri televizyon karşısında haber izlerken, bazılarını küçük bir masa etrafında sohbet ederken, bazılarını da ranzanın üzerinde kitap okurken veya bir eli işiyle uğraşırken görürsünüz. Aynı kişilerin bir iki saat sonra ise yer değiştirdiklerini, grupların farklı yerlerde farklı şekillerde bir araya geldiklerine şahit olursunuz. Zira artık geceler iyice uzamıştır ve akşam ikinci kez demlenen çayın yudumlanma anlarıdır. Saat 23:00 le birlikte ışıkların sönmesi gecenin resmen başladığının işareti olur. Televizyon sesinin volümünün 6’ya indiğini, alt kattaki konuşmaların fısıldama şeklinde olduğunu görürsünüz. Bazen gayri ihtiyari bir kahkaha sesini duyar ve yine uykunuza devam edersiniz.
Sabaha doğru önce bir demir asma kilit açılma sesini, arkasından büyük bir demir sürgünün oylukta kayışının o iğreti sesini duyarsınız. Bu ses o kadar rahatsız edici olur ki yataktaysanız, battaniyeyi bir anda refleks ile başınıza çeker, biraz daha uykuya devam etmek istersiniz. Arkasından da gardiyanların biraz şakalaşma, biraz da abartılı ses tonları gelir; şiveli bir şekilde birbirlerine takıldıklarını duyarsınız. Görmeden, kim olduklarını da hemen bilir ve karaktere göre yüzünüzde kendiliğinden bir asılma veya gülümse görüntüsü de oluşur.
Olur mu demeyin, bazı gardiyanlar vardır ki bakışlarından ve davranışlarından insan evladı olduğunu anlar, otomatikman ona karşı sempati beslersiniz. Ama bazıları da vardır ki cibilli bir düşmanlığı olduğunu hemen fark edersiniz. Ona karşı da ilk fırsatta sırtınızı dönersiniz.
Esasında bu dünyanın da karakterleri ayırt etme üzerine kurulmuş olduğunu en iyi orada görürsünüz. Tıpkı mahkeme heyetlerinde bulunan tek tük insan evladı gördüğünüz gibi. Hitap tarzından, bakışlarından, soru sorma tarzından nasıl bir kişilik olduğunu hemen fark ettiğiniz o hakim ve savcılar gibi gardiyanları da bir iki görme sonrasında hemen fark edersiniz.
Tekrar konuya dönelim, artık Kasımın sonuyla birlikte güneşi tamamen kaybedersiniz. Açık görüşte ise güneş ışınlarını alamama nedeniyle bazı ilaçların tavsiye edildiğini, bazı yiyeceklerin sıklıkla tüketilmesi gerektiğini öğrenirsiniz.
İşte bu aylarla birlikte yazlık/kışlık elbiselerin değiş tokuşu da gündeme gelir. Üzerinizde sayılı ve kayıtlı olan yazlık tişört ve gömlekleri verip, yerlerine kışlık mont, kazak ve pantolonları geri alırsınız. Ve her seferinde de “inşallah bu son olur” diye de içinizden geçirirsiniz. Bazıları için ölümle birlikte son olur, bazıları da beklediği gibi tahliye olur. Ama her tahliye bir sevinç oluşturduğu gibi geride kalanlarda ise gizli bir hüzne yol açar; “acaba biz de bunu görecek miyiz” diyen o arkadaşın içten, samimi aynı zamanda alt zemini hüzünlü bakışını hatırlarsınız.
Tüm bunları yaşarken Diyanetin kitabı olan “hadislerle İslam'da karşılaştığınız, “bir zaman gelecek emin insanlar hain ilan edilecek, hainler ise makbul sayılacak” manasındaki sözü hatırlar, yazdığınız yerden tekrar okur ve Kasım ayı gibi zor, meşakkatli, ağır, presli kasvetli hayata devam edersiniz.
Bunların yanında tek kişilik bir hücrede kalmadığım için onların dünyasına ise doğrudan vakıf olamadım. Ancak bir saatlik havalandırmada bir iki insan ile kısa bir sohbetten sonra tek başına bir odaya çekilmenin ağırlığını, sancısını, baskısını ise biraz da sizler düşünün ve hayatınızı biraz da buna göre dizayn edin derim.
O insanlar bu hayatı yaşarken, mağdurların yanında olup aynı zamanda “düşününce bir fenalık geliyor”, “ne yapalım, üzüntüden kahr mı olalım”, “yani bu dünyanın imkanlarından yararlanmayacak mıyız!?” gibi manasız düşüncelerle bu atmosferden uzaklaşıp gününü gün edenleri de yadırgadığımı ifade etmek isterim.
Bu tür insanlar gördükçe de aynı zamanda Mehmet Akif’in şiirindeki “leş mi kesildin…” ibareleri hatırıma gelir.
Hakim Albay Dr. Cemil Çelik