Kış Ayı Ama Cezaevinde (2)

Kış Ayı Ama Cezaevinde (2)
04/12/2023

Derler ya “her ayın bir güzelliği vardır” diye. Bu minvalde Aralık ayı acaba nasıldır? Cezaevlerinde nasıl geçer? Bir bakalım:

Bir kere adı üzerinde kış ayı. Bu ay geldiğinde avluların kapanması en erken zamana alınır. Zira artık geceler uzamış ve kapılar da güneşin batış saatine göre ayarlı olarak erkene alınmıştır. Doğal olarak artık güneşi görmediğiniz gibi açık havadan da istifade etme şansınız azalmıştır. 

Bir de kar yağdıysa bazıları için artık iyice günler çekilmez halde demektir. Zira soğuk nedeniyle dışarı çıkmayan insanlar yanında dışarıda yani avluda gezen sayısı da azalmıştır. Sabah kapıların açılmasıyla birlikte dışarı çıkan kişi sayısı bir veya ikiyi geçmez. Ama ben de devamlı çıkanlardan biriydim. Hatta çöp poşetini yağmurluk şeklinde kesip yağmurluk yapmıştım. Yağmurlu/karlı havalarda bile avluya çıkıyor, yürüyordum. Zira yürüyüş yapınca rahatlıyordum. 

Benim gibi aksatmadan dışarı çıkanlardan biri de ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan ve daha sonra da bu suça mahkum olan bir kurmay binbaşıydı. O da pardösüsünü giyer, kantinden alınan beresini takar, elleri cebinde yarım saate yakın bir o tarafa bir bu tarafa volta atar dururdu. Çok masum yüzlü ve dirayetli bir gençti. Her gördüğümde içimde bir hüzün esintisi olurdu. Ama sağlamlığına ve dirayetine hayran kalırdım. Bir kez dahi olsa şikayetlenmesine şahit olmadım. Bir de vermiş olduğu şikayet dilekçesini bana göstermişti. Emniyette cinsel organını da tutarak yapılan işkence bölümünü okuduğumda tekrar kalkıp bir kez o gözle yüzüne bakıp derin duygulara dalmıştım. Benden dilekçesinin sonucunu ve ne olabileceğini sormuş ve fikir almak istemişti. Tabi işkence gördüğünü de kimse bilmiyordu. Ege tarafında bir şehirde emniyetçi işkenceci akıl almaz işkenceler yapmıştı. Yalnızca onlar için zaman aşımının olmadığını kısaca hatırlatayım. Bu tiplerin psikolojilerinin bozuk olduğunu bir çok kez yazdım. Hatta bunların kendi ailelerine de bu tür muameleler yapabileceklerini açıkladım. Zira psikopat tiptiler.

https://x.com/DrCemilCelik25/status/1610714395390132224?s=20

Devam edelim; bu binbaşı gibi bir de albay yürüyordu ama o kavisli volta atmıyordu. Avlu yerleşke zeminine göre kenarlara yakın yürüyor, ancak dönüşleri yuvarlak kavisle yapmıyordu. Her köşede duruyor, asker dönüşü gibi yarım dönüşle dönüyor ve sonra devam ediyordu. Adeta bir robot yürüyüşü vardı. Kendisine niye böyle yaptığını sorduğumda; “bak Cemil yuvarlak çizersen zamanla dizlerde aşınma olur, o yüzden böyle yapıyorum” diyordu. Biz ise bu durumu da gözeterek yürüyüşümüzün yarısında tersi yönde yön değiştirerek yürüyorduk. 

Tabi kış ayı olduğu için kar yağışıyla da karşılaşıyorduk. Bu duruma en çok voleybol oynayanlar üzülüyorlardı. Biz ne yapacağız diye düşünmeye başlamışlardı. Onlar için voleybol saati en önemli saatti. Adeta kendilerine terapi gibi geliyordu. Bir çözüm bulmalıydılar. Önce karı bir kenara yığdılar. Ancak zemin buzlanmıştı ve tehlikeliydi. Onun da çözümünü buldular; hemen ketıla su koyup kaynatarak buzun üzerine dökmeye başladılar. Fazla bir zaman geçmeden alanı voleybol oynar hale getirdiler. Sonra ise müthiş bir hazla voleybol oynamaya başladılar. Kendilerine çok özenirdim. Ancak dizimde menüsküs yırtığı olduğu için oynamıyordum. Yer tenisi oynarken raketin gelmesi sonrası dizde menüsküs yırtığı oluşmuştu. Bir de bu nedenle hastane yollarına düşmek istemiyordum. Keşke dediğim olaylardan biriydi; ‘niye daha önce ameliyat olmadım’ diye içten içe yakınırdım. Ama bir şeye de seviniyordum; O olaydan kısa bir süre önce burun ameliyatı olmuş ve nefes almayı kolaylaştırmıştım. Bu nedenle horlamam yoktu; tabi bana göre. Horlamanın ne demek olduğunu hapiste kalanlar çok iyi bilirler. Kantinlerde kulak tıpacı bile satılıyordu. Tabi ki voleybol cezaevinde bir başkaydı. Onu da başka bir zaman anlatırız. 

Gecelerin uzun olması nedeniyle en fazla zorlananlardan bir grup ise sigara içenler grubuydu. İlk başlarda sigara içen yok gibiydi. Olan birkaç kişi de bırakmıştı. Sonradan ise içenler de gelmeye başladı. Tabi ilk talepleri “sigara içmeleri” olurdu. Biz ise koğuşta içilmesine müsaade etmiyorduk. Kapalı mekan ve dolayısıyla yaklaşık 25-26 kişi bir iki kişinin sigara dumanına maruz kalacaktı. Hemen hemen herkes aynı fikirde “olmaz” diye tepki gösteriyordu. Ancak bağımlı olacak şekilde durumları olanlar da vardı. Tabi ki avluda içebileceklerdi. Bu haklarını kullandılar. Sonra ise kapılar kapanınca alt katta cam kenarında içmek istediler. Buna da müsaade etmedik. Mecburen kapıların kapanmasından sonra kapılar açılana kadar sabrettiler. Esasında onlar için de iyi oldu. Hem ceplerine hem de sağlıklarına faydalıydı. Sonra gittiğim koğuşta ise kapılar kapandıktan sonra tuvalette içmelerine müsaade ettik. O koğuş küçük bir koğuştu ve sayı da azalmıştı. Arkadaşların psikolojileri de iyi durumda değildi. Bunu da düşünerek içmelerine müsaade ettik. Tabi onlar çıkınca bir müddet tuvaleti havalandırıp öyle kullanıyorduk.

Kış ayının tabi ki hep olumsuz yönleri yoktu. Gecelerin uzamasıyla birlikte kapılar kapanınca içeride başka faaliyetler başlamıştı. Devamlı bir televizyon ekibi vardı. Son zamanlarda ise çekirdek eşliğinde maç izlemeler artmıştı. Dışarıda olan fanatiklik orada da geçerliydi. Özellikle derbi maçları olunca sandalye tutmalar başlamıştı. Sandalyelere kimlikler konuyor, böylece maç saati bekleniyordu. Yer kapma nedeniyle zaman zaman küçük ölçekli ağız kavgaları da oluyordu. Maç saatiyle beraber, yorumlar ve birbirine takılmalar devam ediyordu. Bazıları kendini tutamayıp futbolculara uygun olmayan sözler de söylüyorlardı. Bazıları da “arkadaş adamın hakkını alıyorsun, doğru değil” diye uyarıyordu. Uyarılara ise genelde hak verilirdi. Sonrasında tabi“tövbe estağfurullah” sözünü duyardık. Bu sözü artık bir çok kişi tekrarlıyordu. 

Tabi geceler uzun olunca saat 22’ye doğru bir hareketlenme de başlardı. Bir arkadaş “zeytin sefası” adı altında bir etkinlik başlatmıştı. Kantinden aldığı zeytinleri iki tabağa koyup, limon ve kekikle karıp, biraz da kırmızı biber ekleyip, sonra da zeytinyağı döküp masalara yerleştirmeye başladı. O günden kalma ekmekleri de koyup, biraz da neşeli bir sesle anons yaptı; hemen hemen herkesin ismini tek tek sayarak aşağıya çağırdı. İndiğimizde gördüğümüz manzara çok hoşumuza gitmişti. “Ekmek zeytin” faslı böylece başlamış oldu. Tabi bunu yapan doktor arkadaş tüm giderleri kendinden karşılıyordu. Daha sonra bu durum bir alışkanlık haline geldi. Sonra “peynir saati”, “muz saati”, “dondurma saati” gibi isimlerle ara ara devam etti. Nerede olursa olsun cömertlik başka bir şeydi. 

Sonrasında ise hazır çorba saati başladı. Bu arkadaş hazır çorba satın alıp, ketılda kaynattığı suya dökünce ilk kez sıcak bir çorba içme imkanına eriştik. Çorba veriliyordu ama servis yapılması aşamasına kadar soğuyordu ve tam ısıtma imkanı da yoktu. Leğeni sıcak suyla doldurup, karavanayı üzerine koyuyorduk ama tam bir sıcaklık elde edemiyorduk. Sıcak yeme olayını da “hazır çorba” ile çözmüş olduk. Ancak her zevkin geçiciliği gibi bu fasıl da uzun sürmedi. 

Bunların yanında geç saatte dikkati çeken bir durum daha vardı. Yaz aylarında çoğu kişi dışarıda olduğu için ilaç alanlar pek dikkat çekmiyordu. Kışın ise artık isimler herkes tarafından duyulur hale gelmişti. Gardiyan elinde ilaçlarla gelir, kapıyı açar, psikolojik ilacı vereceği kişiyi “… ilaaaaç” diye çağırırdı. İlgili arkadaşlar ise yavaş yavaş aşağı iner, su bardağını doldurarak koridora çıkar, gardiyanın yanında ilacı içer ve geri dönerdi. Döndükten sonra ise hemen takılmalar başlardı. Gardiyanın sözü taklit edilerek tekrar edilirdi. Sağ olsunlar onlar da takılmaları anlayışla karşılarlar, kısa ve net bir gülümsemeyle cevap verip, işlerine devam ederlerdi. Sonra tabi bu ilaçları alanların sayısı da artmaya başladı.

Bir zaman sonra ise daha kapı açılmadan kapı açılma sesiyle birlikte bazı muzipler tarafından “…..ilaç” diye birkaç kez aynı isim tekrarlanırdı. Bu takılmalar arkadaşlar arasında artık bir espri konusu olmuştu. 

Kış sohbetleri de bir başkaydı. Yine gruplar bir araya gelip güncel konularda ülkeyi kurtarırlardı. Bu durum herhalde toplumunun vazgeçilmez bir vasfıydı. Ancak bir zaman sonra sohbet faslı başka bir grupta “belirli bir konuyu işleme” şekline dönüştü. Bir arkadaş, elindeki kitabını okur, başka bir arkadaş da zaman zaman yorum yapardı. O sohbet çevresine kısa sürede yoğun bir kalabalık toplanmıştı. Ben de mecburen dinler, zaman zaman da dahil olurdum. Zira yanımdaki ranza toplantı yeri haline gelmişti. Başka bir muzip doktorun araya girdileri ve esprileri herkesi güldürürdü. Artık o akşam saati o iki kişinin ismiyle anılmaya başlamıştı. Espri ve takılmalarla birlikte bir çok konuyu o ortamda öğrenme şansını da bulduk. Sonra ise bir kaymakam o halkaya katılacak ve ummadık ümit verici bilgiler anlatacaktı. 

Biz her zamanki gibi ev sahipliği yapıyorduk, sonradan gelen arkadaşlar ise gelip geçiciydiler. Bahsettiğimiz kişilerin büyük çoğunluğu gitmişlerdi. Biz ise gelenleri ağırlamaya devam ediyorduk.

Evet, tahliyeler cezaevlerinde iki dalga oluşturuyordu: Birincisi, üyelikten yargılananlar üzerineydi; “demek ki sıra bize de gelecek” diyerek, tahliye olan arkadaş için sevinmenin yanında kendilerinin de öyle bir güne yaklaştığını da düşünerek biraz da kendi gelecekleri için mutlu olurlardı. Ama müebbetlik arkadaşlar doğal olarak yüzdeki o tebessümün altında ağır ve kasvetli bir duyguyu da barındırırlardı. Daha önce yazmıştım, tekrar yazayım; halen içeride olan bir arkadaşım her tahliye sonrasında; “Cemil biz de bu duyguyu yaşayacak mıyız?” derdi. Zira hakkımızdaki soruşturma darbeye teşebbüsten devam ediyordu. Hukuk olmadığı için de ne tür bir sonla karşılaşacağımızı kestiremiyorduk. O duyguyu bildiğim için oturup birbirimizi teselli edici ve moral verici mahiyette birkaç kelam ederdik. 

Kim ne derse desin “kader ve kaza” inancı bu günler için vardı. İnsanın başına Allah’ın yazdığından başka bir şeyin gelmeyeceğiyle ilgili ayeti bir kenara yazıp zaman zaman okuyordum. Bir yaprağın Allah’ın izni olmadan dahi düşmeyeceği ayetini görünce yazıp ilan panosuna asmıştık. Allah her şeyi hikmet ile işler cümlesi ise ağızlarda devamlı pelesenk olmuştu. Tabii ki sabır ayetleri ise ayrıca baş tacıydı. “Allah sabredenleri sever” ayetini ise yattığım ranzada üst ranzanın altına yapıştırılmış şekilde yazılı olarak bulmuştum. C-5’e nakil olduğumuzda benden önceki kişi bunu yazmış ve giderken de öyle bırakmıştı. Anladık ki ayakta kalabilmek için bunlara sarılmak ve zaman zaman da tekrar etmek gerekiyordu. Bu tür konuşmalara ve yazılara karşı “her şeye kader de denmez ki ya” diye eleştiren arkadaşların da durumuna üzülüyorduk. Zira cezaevi o tür arkadaşlar için daha zor ve daha şiddetli geçiyordu. Bunu bariz bir şekilde fark edebiliyorduk. Kış onlar için iyice çekilmez hal alıyordu.

Velhasıl kış ağırdı ama hep te öyle geçmiyordu. Ve geçmeyecekti. Baharın kısa sürede gelmesi herkesin temennisiydi.

Kendileri için “infaz memuru” ismini kullanan, bizim de ısrarla “gardiyan” dediğimiz kişilerin dedikleri ve dilekleriyle bu faslı bağlayalım: 

Tüm masumları kısa sürede “ALLAH KURTARSIN”

Hakim Albay Dr. Cemil Çelik