Cezaevinde Teknoloji Kullanılır mı? (3)
Hemen akla gelebilir; cezaevi atölyeleri var, orada isteyen herkes bir şeylerle uğraşabilir, oraya gidilebilir. Ama maalesef siyasi tutuklu ve hükümlüler için bu imkan kullandırılmıyordu. Bir tutuklu doktor arkadaş, “burada niye boş oturuyoruz, gidip atölyede çalışalım veya bana imkan sağlasınlar gidip muayene yapayım” gibi bir şeyler söylediğinde gülmüştük. Bazıları da “sen nerede olduğunu sanıyorsun” diyerek takılmışlardı.
Biz bu atölyenin anca resimlerini kataloglarda görüyorduk. Zira atölyelerde yapılan eşyaların satılmaları gerekiyordu. İlk deneyimimizi anlatayım; adli tutuklu/hükümlülerin yapmış oldukları hediyelik eşyaların resimlerini kataloglara yükleyip koğuşlara gönderdiler. Biz de onlardan seçim yaparak, yazdığımız dilekçelere kod numaralarını ekleyerek istedik. Zannetti ki koğuşa getirecekler, bizler de açık görüş sırasında götürüp ailemize vereceğiz. Açık görüş günü gelmesine rağmen eşyaları getirmediler. Herhalde gelmeyecek diye beklemekten vazgeçtik. Sonra açık görüş günü salona götürüldük. Herkes yerlerini aldı. Aileler ile hasbihal yapılırken bir anda isimler okunmaya başlandı. İsim okunması çoğunlukla hayra alamet değildi. Ya sevk yapılır ya da bir evrak gelirdi. Evrak ise ilk zamanlar iddianame veya tutuklulukla ilgiliydi. İsimlerin ne maksatla okunduğunu anlayamadık. İsmim okununca ben de şaşırdım. Sonra salonun diğer ucuna gardiyanların yanına gidip paketleri görünce durumu anladım. İmza karşılığı hediye paketini verdiler. Ben de çocuklarla beraber hediyelerin nasıl olduğunu ilk orada görmüş oldum. Bir zaman sonra ise bu seremoni bize çok olağan gelecek ve bu şekilde neredeyse katalogda yazan tüm malzemeleri bir şekilde alıp ailemize hediye etmiş olacaktık. Şimdi de gittiğim evlerde zaman zaman bu hediyelik eşyalardan görüyorum.
Kısaca teknolojinin olduğu atölyelere götürülmedik. O sırada koğuşta teknolojik anlamda kullandığımız tek malzeme ise ketıl ve çaydanlıktı. Bir de tıraş için iki ayda bir, bir günlüğüne verilen tıraş makinasıydı. Bunun dışında gerek elektronik gerek dijital malzeme yoktu. Tabi güvenlik gereği olmaması da gerekiyordu. Zamanında biz de savcı/hakim olarak bunlara dikkat ediyorduk.
Ancak geçmişte şöyle bir olay yaşadım. Zir Vadisi davasında sanık olan Yb. Mustafa Dönmez, iddiaların uzun olduğunu, incelemesinin ve yazılı yazmasının uzun zaman alacağını belirterek savunma hazırlayabilmesi için bilgisayarının verilmesini istedi. Talep gelince heyetle beraber araştırdık. Talebi haklı bir talepti ve normal şartlarda savunma hazırlayabilmesi pek mümkün görünmüyordu. Bir çok görüntü ve CD’ler vardı. Ayrıca silahların eşitliği gereği bu hakkı kullandırmak gerekiyordu. Bu nedenle heyet olarak, bilgisayarın önceden incelenmesi şartıyla koğuşa sokulmasına, yani sanığa verilmesine karar verdik.
İlk tutuklandığımız zamanlarda bu durumu da düşünerek, dilekçe yazmak veya savunma hazırlamak maksadıyla yazılı dilekçe ile bilgisayar verilmesini veya bilgisayarımın koğuşa sokulmasını istedim. Ağustos veya Eylül ayıydı. Dilekçeye cevap bile vermediler. Başka arkadaşlar da sonradan yazdılar ama cevap gelmedi. Halbuki o sıralarda kaldığımız Sincan T Tipinde bu imkanlar vardı. Bilgisayar dershanesi vardı en azından oraya götürebilirlerdi. Tabi ilk zamanlar bu hakların hiçbirini kullandırmadılar. Sonra ise davalar açılıp dosyalar CD’lere yüklenmeye başlayınca bir hakim arkadaş, dilekçe yazarak dosyasının kendisine CD halinde gönderilmesini istedi. Ben de aynı yolu kullanarak talepte bulundum. Aradan kısa bir zaman sonra dört adet CD geldi. Dosya artık CD’lerdeydi.
Yaklaşık iki yıl sonra bu CD’leri belirterek talepte bulununca, talebimi kabul ettiler. Artık neredeyse her hafta bir gün sabah saatlerinde bilgisayar dershanelerinin olduğu koridora götürülecektim. Mahkemeden kendisine CD gönderilmeyenler ise bu haktan yararlanamıyorlardı.
Tabi bu da ayrı bir seremoniydi. Kısaca anlatalım; götürülmemiz gereken günden bir gün önce geç saatlerde dershaneye gidecek kişilerin isimleri gardiyanlar tarafından okunmaya başlandı. Benim de ismim vardı. Ertesi gün ise o saatte bizi dışarı aldılar. Doğal olarak CD’leri ve yanımızda bulunan evrakı kontrol ettiler. Sonra ana koridora çıkararak duvara sırtımız gelecek şekilde dayandırdılar. Akabinde diğer koğuşlardan da aldıkları kişileri getirerek yanımıza dizdiler. Bir koridorda sırtı duvara dayalı şekilde yaklaşık 30 kişi olmuştuk. Sonradan anladığıma göre bilgisayar dershanesinden sorumlu iki gardiyan bu işi organize ediyordu. Sonra bize komutlar vererek sıralı bir şekilde cezaevinin diğer bir ucuna götürdüler. Artık bu yolu ezberleyecek ve mutat yerleri görerek koğuşa dönecektik. Bu yol güzergahında birçok eski tanıdık subay, hakim gördüm. T tipinde sonradan nakledildiğim koğuş ise Cezaevinin arka tarafında kalıyordu. Gardiyanlar oraya, uzaklığını vurgulamak için “Törekent” diyorlardı. Orada tekli koğuşlar da vardı. Orada o sıralarda Zafer Kılınç, Hüseyin Bilgili gibi savcılar da kalıyordu. Orada onlarla da tanışmış oldum. Ayak üstü olsa da bir iki cümle söyleme fırsatı bulduk. Daha sonraları Mehmet Demiriz gibi bir çok üye hakimleri de gördüm.
İki gardiyan, ellerinde listeler ile koğuşlardan topladıkları tutukluları sıralı bir şekilde bilgisayar dershanelerinin olduğu mahale götürdüler. O katta da sıralı bir şekilde beklemeye başladık. Gardiyanlar isimleri ve gideceği sınıf numaralarını okuyarak gitmemizi istediler. Bu koridorda yaklaşık 6-7 kadar dershane vardı. İlk gittiğim dershaneye aynı anda beş kişi koydular. Bu vesileyle başkalarını da görmüş oldum. Ancak sonraları ise bir veya iki kişi bir dershaneye koymaya başladılar. Konuşma ve yardımlaşma yasaktı. Konuşana da bağırarak müdahale ediyorlardı.
Uzun boylu, sarışın, kilolu, “Arif” adlı, tam filmlerdeki gibi bir gardiyan vardı. Sevimsiz biriydi. Kendisini ibrikçi başı gibi görüyordu. Normalde teröristten it gibi korkacak biriydi ama karşısında masum ve sesleri çıkmayan insanlar görünce kendisini bir b.. zannetmeye başlayan tiplerdendi. Sonlara doğru ise yelkenlerini biraz indirmeye başladı. Onun nezaretinde dershanelere gittik. Böylece aradan iki yıl geçtikten sonra ilk kez 2018 yılında teknolojiyle tanışmış oluyordum.
Konulduğum ilk sınıfta bilgisayarı açıp inceledim. Sonra CD açarak okuma, yazma ve diğer işlemleri yaptım. Nedense büyük bir hazzın yanında biraz da hüzün vardı. Bu işleri normalde bir katip ile yapıyordum ama şimdi ise kendi savunmamı yazıyordum. Karışık ve karmaşık bir duygu haliydi. İşte hapiste karşılaştığım ilk ve en önemli teknoloji buydu. Tabi bilgisayarlar internete bağlı değildi. Yazılan sayfanın çıktısını almak istediğimizde, orada bulunacağımız sürenin sonuna doğru gardiyanı bekleyip ondan istemek suretiyle alıyorduk.
Dikkatimi çeken bir husus daha vardı; aldığımız çıktı sayısını hemen hazırladığımız dilekçeye yazıp, orada veriyorduk. Ve sayfa sayısını yazıp, hesaptan alınmasını istiyorduk. Yani tamamen beyana dayalı bir durumdu. Tahliye olduğum güne kadar da bu böyle devam etti. Bir kez dahi olsa, çıktısını aldığımız kağıt sayısı ile dilekçe de yazılan sayıyı karşılaştırmadılar. Yani terörist dedikleri insanların beyanlarına güvendiler. Güvenilenler de bir kez olsun onları bu konuda şaşırtmadılar. Yani “emin” insan olduklarını burada da gösterdiler.
Bazı arkadaşlar vardı, internetin eksikliğini iliklerine kadar hissediyorlardı. Hatta bir genç arkadaş, “abi burada bana internet versinler, ömür boyu yatarım” demişti. Şimdi ise o arkadaş dışarıda hayatına devam ediyor.
Yaklaşık 2-3 saat kadar sınıflarda kalıyorduk. Dönüşte de yine koridorda toplanıyorduk. Sıralı şekilde koridorlara götürülüyorduk. Bir husus daha dikkatimi çekiyordu: 30-35 kişi sıralı bir şekilde iki ya da üç gardiyan nezaretinde geri götürülüyorduk. Normalde bu kadar teröristi! aynı anda koridora çıkaramazsınız. Zira bu kadar kişi bir anda gardiyanları etkisiz hale getirerek cezaevini ele geçirebilirlerdi. Ama bunun olmayacağını çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı ki karşılarındaki insanlar bırakın terörist olmayı, aksine tam güvenilir insanlardı. Fotokopi kağıdının miktarını bile eksik yazmıyorlardı, kaldı ki bu insanların maaşları kesilmiş, malvarlıkları dondurulmuş, maddi açıdan da sıkıntılar yaşayan insanlardı.
Benim için artık “bilgisayara gitme” ayrı bir sosyal faaliyetti. Savunmayı hazırlamayla birlikte, farklı yüzler görmek, hasbihal etmek, fikir alışverişinde bulunmak da ayrı bir eğlence olacaktı. Diğer yandan neredeyse çocuğum yaşındaki insanlardan bazılarının “Cemil” diye bağırmaları da sıradan gelmeye başlayacaktı. Ancak bazı insan evladı gardiyanlar ise bundan rahatsızlık duyarak, isim ve soy ismi birlikte söyleyeceklerdi. Bir gardiyan da biraz da takılır bir şekilde “Cemil Çiçek” diye bağıracaktı. Kendisine “Çelik” dediğimde ise “olsun, böyle söylemek hoşuma gidiyor” diyerek gülümseyecekti. Tesadüf, tahliye olduğum gün gecesi bu gardiyan nöbetçiydi ve tahliye olduğuma da sevinmişti. Yine takılarak son olarak “Cemil Çiçek güle güle” diyecekti.
Hey gidi günler denilir mi? Tabi ki denmez ama o günlerin ayrı bir tadının olduğunu da vurgulamak gerekir. İçerideyken bir çok kişiye şunu demiştim; dışarıda olup sadece bir insan hakkında dahi olsa bilerek adil olmayacak bir karar vermektense burada yatmayı tercih ederim. Çünkü şunu biliyordum ve kaynağını da Cezaevinde okuduğum Diyanete ait “Hadislerle İslam” adlı 7 ciltlik kitapta görmüştüm: Adil karar vermeyen hakim cehennemdedir. Araştırmadan da karar veren hakim, kararı doğru olsa dahi yine cehennemdedir. Adil karar veren hakim ise cennettedir. Evet bu Hz. Muhammet’in(SAV) sözüydü. AİHM Yalçınkaya kararına rağmen halen eski kararında direnen AYM, Yargıtay ve Ağır Ceza Mahkemeleri üyelerine bu gözle baktığımızda nerede olduklarını ve olacaklarını rahat bir şekilde söyleyebiliriz.
O yüzden zindanda da olsa insan kendini bahtiyar hissedebilir.
Hakim Alb. Dr. Cemil Çelik